TÜRK-KÜRT-LAZ-ÇERKEZ-ALEVİ… VS BAŞÖRTÜSÜ-TÜRBAN-TESETTÜR… VS
50’lili ve 60’lı yıllar çocukluğumu, gençliğimi yaşadığım yıllardı. Sokakta ve okulda ki arkadaşlarımıza hiçbir zaman sen şusun sen busun demez, bir araya geldiğimizde güler oynar, yeri gelir kavga eder barışırdık. Hele, hele dini mezhepleri hiç beraberliğimize karıştırmazdık. Bunun böyle olmasında en önemli etken büyüklerimizden de görmemizdi.
Sağ, solun etkili bir şekilde toplumda görüldüğü 60’lı yıllarda da en çok konuşulan ”doğunun çok fazla ihmal edildiği, yaşam koşullarının zorluğu, yatırımların azlığı, ulaşımda ki yetersizlik “ vs idi. Küçük büyük felaketlerde özellikle “ doğuyu “ bilenlerin alındığı yardım grupları ile giyecek, yiyecek, para vs toplanır bunlar “doğuya”
Ulaştırılırdı. Ortada sadece “doğu” , “doğulu” lafları dönerdi, “ Kürt – Türk “ lafları yoktu, kullanılmazdı. Basında görürdük ara sıra, daha sonra ki yıllarda doğu Kürtler ile özleştirildi, doğulunun sorunları “ Kürt sorunu “ oldu. Bugün biliyoruz ki, bunun böyle olmasını planlı ve sistemli bir şekilde başlatıp yürüten bilinen dünya devletleri vardır ve bizde gidişin seyircileri olduk. Bunda da vardır “ bir hayır “ hep böyle demiyor muyuz? Enlerin en büyüğü güzel Allah’ım sen bizi beterinden koru.
Gelelim o yılların giyinişine. Köylerde potur, şalvar, yerini büyük şehirlere doğru pantolona bırakmıştı, beş, altı, sekiz, köşeli kasketlerde şapkaya. Kravat takanlar da genelde devletin memuruydu. Çarık vardı daha sonra lastik ve deri ayakkabılar çoğaldı. Erkeklerin tarafı böyleydi. Kadınların çoğu başörtüsü bağlardı, türban yoktu. Kasabalarda tek, tük şehirlerde biraz daha, fazla şapkalı (süslüce) bayanları görürdük onlara “ zengin, sosyete “ denirdi. Başı açıklarda azdı. İşte ben, böyle veya buna benzer giysiler içinde yaşayan insanlar içinde köyden, şehre çocukluğumu ve gençliğimi yaşadım. Annem, babam hem köylerde hem şehirlerde ilkokul öğretmenliği yaptılar. O zamanlar (4) yılda bir devlet memurlarının tayini çıkardı. Böylece oradan oraya göçebeler gibi yaşayıp durduk. Yazgım, talebelik hayatından sonra da değişmedi, “ekmek davası“ göç edip durdum. Yurdumun insanının yarısını da bu nedenle tanıdım.
Konuyu fazla dağıtmadan türbana geçeceğim. Türbanı tek, tük gördüğümüz yıllarda aynı çarşafta olduğu gibi “onların adet ve inançlarının gereği böyle giyindiğini” düşünür ve öyle söylerdik. Eğitimciler biraz daha ileri giderek “ Türk kadınının çarşaftan kurtulması gerektiğini söyler, bunun cehaleti temsil ettiğini ileri sürerlerdi”. Çağdaş ve modern yıllar türbanda şekil, renk, bağlama değişiklikleri getirdi, kara çarşafın yerini uzun mantolar ve elbiseler aldı ve birden inanç çekişmeleri başladı. Tarikatlar farklı inanç yorumları ile su üstüne çıktı.
Eskilerin bir sözü vardır “zevkler, renkler tartışılmaz” ben buna “inancıda” ekledim. Bu üç unsurun konuşulmasında bir sonuca varmak çok zor, adeta imkânsız. Bize düşen bu durumda “HOŞ GÖRÜ, KARŞILIKLI SAYGI”, itişme, kakışma, “ BİZDEN DEĞİL” diye “DIŞLAMA” değil…
Yurdumun ve yöremin saygı ve sevgi değer insanları, (SAĞ-SOL),
(İNANÇLI-İNANÇSIZ), (BİZDEN, BİZDEN DEĞİL) …vs gibi düşüncelerle, her geçen gün daha da çok bölünerek ŞER GİB GÜÇLERİN EKMEĞİNE BAL SÜRMEYELİM. Bir gün gelir bunun zararını çok ağır öderiz. Geçmişimize de baktığımızda hem dini, hem büyük devlet olmada ki başarılarımız hep birlik olmamızdan kaynaklanmıştır.
TÜRKİYE’DE YAŞIYORUZ TÜRK’ÜZ DİYELİM, FARKLI İNANÇLAR OLSA DA ALLAH YOLUNDA BERABERİZ DİYELİM, KOL, KOLA OMUZ, OMUZA YÜRÜYELİM Kİ HİÇ BİR ŞER GÜÇ ELLERİNİ OĞUŞTURUP SİNSİ, SİNSİ GÜLÜMSEMESİN.