ŞELALE DEVRİ
Türkiye ekonomisinin bel kemiğini kamu kurumları oluşturuyordu. Mali sistem tıkandığında, devlet elinde bulundurduğu kamu gücünü kullanır ve müdahale ederdi.
Yıllarca bu sistem yani “Karma Ekonomi Modeli” tartışıldı ve “devletin işveren değil denetmen olması gerektiği” ifade edildi.
Ülke tarihimizde irili ufaklı birçok kriz yaşandı ve bu krizler kamu gücüyle aşıldı.
Çiller döneminde Telekom’un satışı gündeme geldi ve uzun uzun tartışıldı. Hatırladığım kadarıyla en çokta Abdullah Gül ve Mümtaz Soysal bu satışa “milli güvenliği zafiyete düşürür” gerekçesiyle karşı çıkmışlardı.
Askerin bir bölümü ulusal sermayeden yanaydı.
TÜPRAŞ, TELEKOM ve ERDEMİR satışlarına karşı çıkanlar oldu. ASO ve TOBB başta olmak üzere birçok önemli kuruluşlar ve büyük holdingler stratejik önemi olan kurumların “yerli sermayeye verilmesi gerektiğini” belirttiler.
Asker devrin modasına uyup ulusal sermayeden yana tavrını gevşetince OYAKBANK satıldı. AB ve onun liderlerinden dönemin iktidarına övgüler yağıyordu.
2005 yılında, Ankara Kızılay Meydanında “müzakere tarihi alma” kutlamaları düzenlendi ve coşkulu kalabalığa “Artık içine kapalı bir Türkiye yerine, dünyayla bütünleşen bir Türkiye olacağını” söyledi.
Kıbrıs sorununun çözülmesi şartı konmuştu.
Referandum oldu, Rumlar reddetti.
Olsundu; özelleştirme tam gaz sürüyor, yabancı finans kuruluşları bankalarımıza özel bir ilgi gösteriyordu.
Özelleştirmeden elde edilen gelirle “duble yollar ve stadyumlar yapılıyordu.
Aslında 2007 yılına dek işler iyi gitti.
Demokratikleşme ve Avrupa’yla entegrasyon çalışmalarını destekledim.
Çünkü bu dönemde, milli gelir arttı ve enflasyon kontrol altına alındı.
2010 yılının sonlarına geldiğimizde 993 devlet kurumu satılmış ve özelleştirme de hedefe ulaşılmıştı.
Yabancıya mülk satışı ve artan turizm gelirleri hazinemiz için büyük ikramiyeydi.
Sonra dengeler yavaş yavaş değişmeye başladı, güçlü ve başarılı olma hissi, halk desteğiyle bütünleşince, güç zehirlenmesi başladı.
Ülkede ki başarı ve başarısızlık iktidarlara aittir.
Muhalefet mi?
Hadi canım “Fenerbahçe Stadında” bir avuç rakip takım seyircisi gibi.
Son tahlilde; Önce Irak sonra Suriye’de yaşananları doğru okuyamadık. “Barış süreci” dendi, amacı ve PKK’yı doğru okuyamadık.
Göstere göstere gelen uluslararası bir krizi “bizi teğet geçti” diye savuşturup, doğru okuyamadık.
Üst üste seçimlerle, hazineyi yorduk.
“İMF’ye borç vereceğiz” havasındayken, hızlı bir biçimde iç borçlanmayı teşvik ettik.
Rusya ile yaşanan krizin faturası, Mısır’a ihracatımızın sonlanması, Suriye pazarını hepten kaybetmiş olmamız, 3 milyonun üzerinde olan mültecilere ayırdığımız kaynak ve diğer faktörler, ülkemizi tarihinin en büyük ekonomik kriziyle baş başa bıraktı.
Eskiden iğneden ipliğe kamu mallarına zam yapar bir şekilde yırtardık.
Şimdi vergiye zam yapmak dışında bir seçeneğimiz yok gibi.
Bu krizi de atlatırız. “Bu dağ ne kışlar gördü” misali.
Ama birlik olmalıyız, daha yumuşak ve politik cümlelerle söylemeliyiz diyeceklerimizi.
Çünkü elin insanı hiç acımaz ve çok da dikkate almaz açıkçası…