KES İKİ BUT
Parmağımızı kaldırıp “Ergani’de bakır, Zonguldak’ta kömür, Divriği’de demir” diye cevapladığımızda ‘pekiyi’ alır ve otururduk yerimize.
Kara tahtanın önünde, kara önlüklerle, beyaz tebeşirlerle yazardık “Yaşasın 23 Nisan, yaşasın 19 Mayıs, yaşasın 30 Ağustos, yaşasın29 Ekim” diye.
10 Kasım’larımız ağlamaklıydı.
Uzun Mehmet’i bilmeyen yoktu.
Hiçbir öğretmenimizin ağzından duymadık “Lozan’da satıldık, madenlerimizi çıkaramıyoruz” diye.
Tarıma ve hayvancılığa bağlı bir ekonomimiz vardı.
Şekeri İran’a satar içeride şeker kuyruğunda beklerdik.
Tüp ve çay kuyrukları dönemin iktidarlarına göre değişirdi.
Şehirlerde yaşayanların bile inek beslediği dönemlerde kim akıl ettiyse süt tozunu?
Sınıfın taban tahtasının kırık tarafından dökerdik yere, ertesi sabah ağır bir koku hâkim olurdu sınıfa ama razıydık..
Çünkü o mereti içmekten daha iyiydi o kokuya dayanmak.
Mercimek, nohut, kuru fasulye başlıca ihracat ürünlerimizdi.
Ama bu arada buğday, arpa, çay ve yünde hatırı sayılır döviz kalemlerimizdendi.
Hemen her bölgede topraklarımızın tamamı ekilebilir arazilerdi.
Tüm bunların yanı sıra devlet YSE, DSİ, TOPRAKSU, Toprak Mahsulleri Ofisi, Tarım Kredi Kooperatifleri gibi kurumlarla çiftçiye gübre ve ilaç desteği verirdi.
Tütün, şeker pancarı, haşhaş, ayçiçeği kısacası ürettiğimizle kendimize yetiyor, fazlasını dışarıya satıyorduk.
Sanayide ağır ama bilinçli yatırımlar yapılıyordu, toplam çalışanların neredeyse yarısı kamuda istihdam ediliyordu.
Sendikalar, siyasi iktidarlar kadar etkindi. Radyo haberlerinde başbakan kadar yer alan Türk İş Başkanları hatırlıyorum.
Zenginlik deyince aklımıza Koç ve Sabancı gelirdi.
Ama ikisi de son derece pasifti, çünkü her iki zenginimizin dilinden m.a.k sözünü hiç duymadık.
Evlerimiz bahçeliydi, bugün bile hemen her şehirde “Bahçelievler” semti vardır.
Özellikle 1970’ler çok farklıydı.
Sonrasında 1980’ler, 1990’lar ama yok, 1970’lerin büyüsü, ruhu ve yaşantısının tadı hala damağımda.
Düşünsenize, İspanyol paça, pantolonlar, panolu gömlekler, Türk Hafif Müziği, arabesk, türküler ve destanlar.
En küçük şehirde bile onlarca plak evi ve sinema vardı ki, açıkhava sinemalarını saymıyorum bile.
Yollarımızda, yolunu bulanlarımızda azdı.
Devletin yüzü soğuktu ama şefkatliydi.
Gece bekçilerinin düdükleri ninni gibi gelirdi, uyurduk.
Hatırlıyorum, her sokağın seyyar kasabı vardı.
Babamın “kes şuradan bir but Salih emmi sözünü hiç unutmam.
Dün gittim mahallede ki kasaba “kes şuradan iki but kasap efendi” dedim.
Kuzu budundan, sanayi tipi tavuk buduna mı düşmekti bunca kavganın bedeli?
Başkaydı o yıllar, gece bekçilerinin düdükleri olmadan uyutulduğumuz bu yıllardan çok daha başkaydı.