GDO’LU HAYAT
Dalından yeni koparılmış bir domatesi, el yordamıyla böldüğün an etrafa mis gibi kokular yayılırdı.
Maydanoz, nane gelin olunca “kokusu kırk gün sonra” çıkar denilen sarımsak bile başka kokardı.
Sütü kaynattığında üzerinde iki parmak kalınlığında yağ olurdu.
Yoğurtlarımız ekşi, ağızlarımız tatlıydı.
Bulgur ‘taş soku’ içinde tokmaklarla vurularak yapılırdı.
Üzüm pekmezlerimiz vardı.
Bakır leğenin altına çalı, çırpı doldurur saatlerce ona emek verirdi annelerimiz, babaannelerimiz.
Bizler sosyete yemeği olmadan önce tanıdık gözlemeyi.
Hele evin bahçeliyse keyfine diyecek yoktur.
Başka olur bahçeli evin rüyası.
Meyvesi, sebzesi şöyle köşede bir tanede kümesi varsa gel keyfim gel.
Tavuğu kümesten, elmayı dalından, sebzeyi yerinden koparıp yerdik.
“Tarım” deyip küçümsemeyelim.
İnsanların hayatı boyunca vazgeçemeyeceği tek sektördür.
Siz bakmayın kapitalizmin bize yavaş yavaş yerleştirdiği ve asıl değerlerimizi elimizden aldığı süslü şeylere.
Tarıma dayalı bir ekonomimiz vardı ama kahıra dayalı yaşamazdık.
Varlığıyla yetindiğimiz yalın, sade ve gösterişsiz bir yaşam sürerdi insanlarımız.
O zamanlarda da çok kitap okuyan yoktu.
Kültür dediğimiz olgu yaşanarak edinilirdi.
Biri söver, diğeri över modeli “Türk tipi” bir yaşam şeklimiz vardı.
Bizler böyleyiz zaten, dünyanın en lüks lokantasına bile gitsek, bir ağaç dibine yakacağımız mangalı tutmaz.
Tarım bizim toplumumuz için o kadar önemliydi ki, türkülerimiz, manilerimiz bile elma, armut, üzüm üzerineydi.
Elma yanaklılarımız, kiraz dudaklılarımız ve üzüm gözlülerimiz sevdaya dair.
Hıyarağalarımız, Armut gibi duranlarımız ve bostan korkuluklarımız sövgüye dair değerlerimizdi.
Sonra kim nerden getirdi bilinmez…!
Daha çok üretmek adına geleneksel tarımdan vazgeçiverdik.
Bir yıl sonra ekeceğimiz tohumları kendimiz üretirken, dışarıdan almaya başladık. Tohumlarımız değişti.
Tarımın önemsiz olduğunu “Köylünün Milletin efendisi değil, kölesi olduğunu” söyler oldu birileri.
Televizyon reklamlarında yabancı markaların replikleri dönmeye başladı.
Hepimizin ilgisini çekiyordu.
Belki biz cahildik ama devleti yönetenler buna neden izin verdi anlamış değilim?
İlgimizi çekiyordu, çünkü kibarlardı.
Mesela adamların ‘koyunları’ konuşuyor, bizim kafamız karışıyordu.
Koyun peynirinin âlâsı bizde olduğu halde gidip o markaları almaya başladık.
Yerli malı haftalarında, dil peyniri yerine el peynirleri yer aldı.
Mis gibi kekik kokan, yaban kokan sütlerimiz yokmuş gibi, suya karıştırılan süt tozu çökeltisiyle beslenir olduk.
Leziz köy tavuklarının yerini hormonluları aldı.
Karabuğdayımız tarih olup gitti.
Ve dünyada kanser vakasının en çok yaşandığı ülke oluverdik.
Bir bakıma hem hastalığı, hem ilacı satmaya başladı adamlar bize.
Dans eden ineklerine aldandık adamların. Süslü, makyajlı ve üzüm gözlü ineklerine.
Bizimkiler, “Mööö” diye kabaca böğürürken, onların ki ‘e möö’ diye kibarca serenat yapıyorlardı.
Uyanamadık.
Gülen ineğin ‘e mönün’ ardından söylediği şarkıyı çözemedik.
Güzelim tulum peynirlerimiz, balımız, şekerimiz, yağımız tarih oldu.
Ne diyordu gülen inek ‘lavaş giriii’
Eee, yavaşta olsa girdiler işte….