Giyodano Bruno
Zaman, açık yarada kezzap gibi… Zaman değil insan ömrünü, dağları taşları eritiyor… Geçtiği her yüzey ve yerde bir aşınma yaratan “zaman “, galaksileri, evrenin sonsuz boşluğunu da kemiriyor, törpülüyor… Oysa biz balkonumuzdan baktığımız bahçedeki ağacın, sararan yapraklarına hayıflanıyoruz. İki mahalle aşağıda oturan sevgilimizin yokluğuna dövünüyoruz. Zaman akıyor….
Niye böyle bir giriş yaptık bu haftaki yazıya? Eh efendim, etliye sütlüye karışmamak için.” Lighte” takılalım. Her medeni toplumda “hak” olan eleştiri, bizim toplumumuzda makam koltuğuna oturanlar tarafından “düşmanlık” olarak algılanıyor. Ülkenin genelinde böyle… Yerel yaşamın düzleminde böyle. Dünya insanlık tarihi bize en kalın çizgileriyle ilan eder ki, her çağda ve her toplumda okuyup – yazan, araştıran, olaylar ve sonuçlar üzerinde düşünen, konuşan kişiler, iktidar ve güç sahipleri tarafından asla iyi karşılanmamıştır. İktidar sahipleri güçlerini devam ettirebilmek için, her şeyi kendilerinin “en iyi “ bildikleri saçma saplantıları üzerine kurarken, düşünen, analiz eden, kıyaslayan, hatırlayan, hatırlatan herkese düşmandırlar. Görünüşte farklılığını kabul etsek de; temelde insan kafasını, fare kafasından ayıran tek hassa düşünebilmesidir. İnsan düşünür ve düşündüğü için vardır… Eh ben şimdi Deskartes’in “Düşünüyorsam varım” sözüne atıfta bulunarak, bir düşünme eylemi yapmış oluyorum. İşte bu eylem, beni bastığım yerde “var” ediyor.
Giyardano Bruno adını duyanınız var mı? Büyük dava adamı ve filozof olan Bruno “otaçağ”da , İtalya’nın kuzey batısında yer alan Nola şehrinde doğdu. Felsefi fikirleriyle kendisinden sonra gelen filozoflar, Spinoza ve Laypniz’i etkilemiştir. Giyarddano Bruno felsefi fikirleri tüm Avrupa’da büyük ses getirmesinin yanında, yaşadığı şehri yönetenlerle girdiği mücadele de yakından takip edildi. Sonda Nola şehrini yönetenler bir yolunu bulup Bruno’yu engizisyon mahkemesinin karşısına çıkardılar. O dönemde, nerede bir ışık gördüyse, kara, kanlı zulüm pelerinini, o ışığı kapatmak için üzerine atan engizisyon hâkimlerinin hükmü “yakılarak idam” olur. Verilen kararda Bruno’nun genel olarak “farklı tavır ve davranışlar içinde olduğu” vurgulanarak, “bununla beraber şehri yönetenlerin fikirlerini boşa çıkaracak, halkı şüphe ve düşünmeye sevk edecek, idarecileri bilgisiz, usulsüz işler yapan kişiler gibi göstermeye yönelik konuşmalar yaptığından….” Denir.
… Ve çağının güneş kadar aydınlık, bilge filozofu, zincire vurularak Roma’ya getirilir. Bugün her yıl milyonlarca turist tarafından ziyaret edilen Çiçek Meydanı’nda yakılacağı odun yığının üstüne elleri ayakları bağlı olarak çıkartılır. Bruno ölmeden önce etrafını saran alevler arasından, engizisyon rahiplerine ve şehri yöneten düzenbaz politikacılara şöyle bağırır: “ Ben savaştım ya; bu yeter! Bir mücadelede zafer kaderin elindedir. Kader zaferi size verdi! Siz de bilin ki, geçekteki kuşaklar tastik edecektir ki, Bruno ölümden korkmadı. Miskin ve ölü bir candansa; canlı bir ölümü seçti”
Efendim yazıyı bitireceğim. Neden derseniz gazetemizin müdiresi Fatoş Erdem Hanım yazı uzun olursa fırça atıyor. Fakat, bitirmeden önce son bir not yazmak isterim. Ben başka konulardan söz etmiş olsam dahi, bazı arkadaşlar bana Ali Çelik’i eleştirdiğim için küfür maili gönderiyorlar. Onun için özellikle belirtiyorum bu yazı Ali Çelik’i eleştiren bir yazı değil. Lütfen terbiyenizi ve seviyenizi gösteren mailler göndermeyiniz.